Seyirci Olmanın Ağır Bedeli
Televizyonların çok izlenen dini programlarının bazılarında izleyiciler derin(!) sorular soruyor. Aydınlanıyoruz… “Hocam tinerle kendimi yaktım orucum bozulur mu?”, “Hocam son anda evleneceğim kızdan vaz geçip kardeşi ile evlensem olur mu?”
Daha niceleri var yaz yaz bitmez. Bir şeyler eksik bu çok belli. Bilgi, düşünme, muhakeme konularında sıfır çektiğimiz gün gibi ortada.
Peki, nasıl olacak bu? Midemizi, cüzdanlarımızı besliyor ve dolduruyoruz. Ancak ne yazık ki bilgimizi ve beynimizi besleyecek kültürel etkinliklere karşı üç maymunu oynuyoruz.
Zira bu güzel ülkede her geçen gün desteklenen televizyon izleme sonucunda okuma oranları düşmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2014 yılında ilk kez Kütüphane İstatistiklerini açıkladığında 2.899 kütüphanenin kapandığını, okuyan sayısının da yüzde 14 azaldığını duyurmuştu.
Bunun yanında 12 bin aile üzerinde yapılan ”Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması’nda da çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Araştırmada Türkiye’de TV izleme oranı artıyor. Aile üyelerinin beraber yaptıkları etkinliklerin başında yüzde 59,4 ile televizyon izlemek geliyor. Katılımcıların yüzde 44’ünün hiç kitap okumadıkları belirlendi. Yani ülkenin yarısının kitapla işi yok. Nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100.000 tirajla basılırken, Türkiye’de bu rakam 2000-3000 civarında basılmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen yıllık kitap alımı, ortalama 100 ABD doları, Türkiye’de ise bu rakam 10 ABD dolarının altındadır. Türkiye’de her 100 kişiden sadece 4,5 kişi kitap okuyor. Japonya’da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılıyor. Türkiye’de sadece 23 milyon. Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 7. Türkiye’de ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor.
Verdiğimiz istatistikleri bilmeyen yok zaten. Herkes de okuma özürlü olduğumuzu söyler. Asıl mesele cehaletimiz bu kadar fazla iken sözü sahibine bırakmamaktaki ısrarımızdır. Vıdı vıdı konuşan, her konuda ahkâm kesen ama ne dediğini kendi bile bilmeyen bir toplum olma konusunda epey mesafe aldık.
Son yirmi, otuz yılda sadece sağlığımız, çevremiz, yeşilimiz, ahlakımız, manevi bağlarımız bozulmadı. Son yıllarda bu kadar imkân ve kolaylığa rağmen cahil kalmayı başardık. Onca olumlu gelişmelere rağmen cehalet başarısı gösterebilmek ayrı bir beceri sanırım.
Her şeye rağmen, her türlü olumsuzluğa karşı bir özelliğimiz daha var ki düşman başına. Bu özelliğimiz de hiç bir zaman kendimizi sorumlu, kusurlu görmememizdir. Sanırım bunun bir nedeni de Amerikan patentli olan kişisel gelişim dalgasıdır. “Aslansın, kaplansın, ez oğlum, yık oğlum, acıma, haklısın, güçlüsün” gibi girdiler böyle çıktılar oluşturdu.
Durumumuz Nasrettin Hoca’nın samanlıkta kaybolan iğnesini avluda aramasına çok benziyor. Hiçbir yetkilinin suçlu olmayıp tüm akılları kendilerine toplamaları yanında hiç kimsenin evinin önünü temizlememesi en büyük sorunumuzdur aslında.
Sosyolojik anlamda toplumda hiçbir sonuç sebepsiz değildir. Okullarda yaşadıklarımız da aslında ailede, toplumda hallerimizin yansımasıdır. Armut dibine düşer. Hiç kimse kıya makinasına marul sokup et beklemesin. Seyirci olmanın ağır bedelini ödüyoruz.
Çözüm uzun ve sabırlı bir yolun neticesinde gelecektir. Öncelikle her birey, her anne baba çocuğunun olması istediği gibi hareket etmelidir. Ebeveyn çocuğunun okumasını istiyorsa okuyacak, az TV seyretmesini istiyorsa hiç seyretmeyecek, çocuğunda ideal istiyorsa hedef sahibi olacak, ahlak edep istiyorsa anne-baba bütün hayatında edep timsali olacaktır.
Okuma, yazma, dinleme, anlama ve izleme oranları ortadadır. Kişi eleştirirken, talep ederken, çocuğu ile ilgili onu bunu suçlamadan önce hazır bulunuşluluk düzeyine bakmalıdır. Herkes gardını buna göre almalıdır.