Yaşayarak öğrenmek
Günlük işlerimizin arasında zaman hızlı akıp giderken çoğunlukla çevremizde olup bitenlerin farkında olmayız.
İşten eve evden işe kim bilir kaç kere gidip geldik o yollarda! Sokaklarda sıra sıra ağaçlar ve ağaçların arasında sokak lambalarını, o nostaljik ahşap evleri ve pencerelerinden sızan ışıkları, o evlerde var olan tel dolapları, radyoları, bazı sokak başlarında bulunan çeşmeleri ve akan gürül gürül suları, araç olarak kullanılan faytonları hepimiz biliriz. Fakat kaçımız bunları fark edip, anlamlı bulup coşkuyla yaşadık.
Bugüne gelelim. O ahşap evlerin yerine yapılan apartmanları, faytonların yerine jet hızıyla giden otomobilleri, evlerdeki radyoların, teldolapların yerine gelen teknoloji harikası bilgisayarları, televizyonu, derin dondurucuları kaçımız fark ediyoruz? O caddelere sıralanmış ışıl ışıl dükkânları, evlerimize kadar gelen damacana suların kıymetini, kaçımız fark ederek yaşıyoruz? Ya sağlığımız!! İçinde bulunduğumuz anı sağlıklı yaşayabiliyor muyuz? Gelecek hastalığı bir arka plana motive ediyoruz değil mi?
Yaşam görecelidir. Bunları düşünerek yaşamak, yaşantımızın kalitesini artırır. Göreceliğli ise ömrümüzü uzatır ve günlerimizi daha değerli kılar. Komutan bir gün askerlerle, dağa çıkar. O çorak topraklarda sıcağın etkisiyle askerler sıkılır, anlamsızca bakarlar etrafa. İnsani bir bakıştır. Komutan askerlere; “kaç kişi böyle bir dağın tepesine çıkıp, güneşin doğuşunu ve batışını izleyebilir. Hadi kızıl güneşin bulutla birleştiğini ve dağın arkasından kaybolduğu anı, hafızanıza o renkleri tam çizgisiyle yerleştirin.” Der. Askerlerin hepsinin yüzünde güneşe bakarken mutluk okunuyordur. Bu çocuklarımız orada anı, her saniyesiyle yaşamışlardı.
Geçenlerde hasta olan bir yakınımı, evine ziyarete gittim. Apartman yüksek bir tepede ve dairesi küçüktü. Nohut oda, bakla salon misali. Fakat içi ahşap ağırlıklıydı. Ahşaba duyduğum ilgiden olsa gerek, döşemesine, kapılara, duvardaki raflara hayranlıkla baktım. Ve odanın penceresi bayır aşağı dar bir sokağa bakıyordu. Sokak fakir ve zengin halkla bütünleşmiş. Nostaljik üç, dört katlı dar, bir birine yapışmış evler. Kimine bakım yapılmış, kimi ise kaderine terk edilmiş evlerdi. Fakat sokağın bitiminde muhteşem bir manzara vardı. Sanki evdeki iki koltuk arasına mavi gökyüzü ve deniz bir tablo gibi yerleştirilmişti. Koltukların birine oturdum. Denizin üzerinde gemiler bir kuğu gibi süzülerek gidip geliyordu. Kendimi amiral battı oyununu, oynar gibi hissettim. Ve pencerede bir saksı! İçinde pembe çiçeklerini, yeşil yapraklarıyla birleştirmiş. O yakınım bana sokak kaldırımında evine yakın olan üç kavak ağacına bakmamı söyledi. Sanki ormandan kopup gelmişti. Ağaçların hafif esen rüzgârı yüzümü yalarken, denizin kokusunu ciğerlerime kadar çektim. Saksıdaki çiçeğe elledim. Doğa benim içimde, ben doğanın içindeydim. Sonra hasta olan yakınıma, bütün sevgimle baktım. Onu hiç bu kadar yakından incelememiştim. O mavi gözleri sanki birer nazar boncuğu taşıyordu. Ben anı yaşadım orada. Hepimiz yaşamın bilincine ve bilgisine sahip olmalıyız. Kendimize özgü bir takım estetik yaşantıları, sevinçleri, coşkuları, o zamanın heyecanını kendi belleğimizde saklayabiliriz. Bütün her şeyin varlığını hissederek yaşayabiliriz. Çünkü bu gün yaşamakta olduğumuz her şey bir gün tarih olacak. Tarih olmadan bunun bilincine varıp yaşarsak, o günleri esef etmeden ararız. Hiç kimse güzellikleri sonsuza kadar yaşayamaz. Yaşadığımız anda, asla geri gelmeyecektir. O zaman içtiğimiz suyun, aldığımız oksijenin, seyrettiğimiz doğa güzelliğinin ve sevdiklerimizin kıymetini bilerek yaşamalıyız. Şu an herkes var olmanın mutlu, güçlü, huzurlu olmaktan ve kendine en uygununu bulmaktan geçtiğini bilmeli. Eğer kendimizde bu fikri uyandırabilirsek, var olan güzellikleri koruma fikri, işte o zaman kendiliğinden doğar.