İkili Anlaşmalarla Gizlenen Darbeler
Meselenin köklerine inmek gerekiyor. Bugün yaşadıklarımız, dün yaşadıklarımız aslında bir önceki gün kurgulanan ve planlanan şeylerin sonucudur.
Ve bütün mesele itaat zincirinin kırılmasıdır.
ABD’nin Ankara eski Büyükelçisi olarak görev yapan James Jeffrey 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili Fetö’yü işaret ederken aynı zamanda Erdoğan’ı neden sevmediklerini de anlatıyor.
James Jeffrey diyor ki: “Erdoğan Washington’da sevilmiyor. Erdoğan Avrupa’da da sevilmiyor. Otoriter görülüyor ve iyi bir oyuncu olmadığı düşüncesi hâkim. Batı daha önce Erdoğan’dan daha otoriter olan çok liderle muhatap oldu, olmaya da devam ediyor. Ama fark şu; Suudlar, Mısırlılar – lisanımı maruz görün – her koşulda bize yaltaklanıyor. F-16’ları, müttefiklik ilişkilerini falan düşünerek bizimle aynı değerleri paylaşıyormuş gibi yapıyorlar. Erdoğan ise bizimle çatışıyor, çelişkilerimizi yüzümüze vuruyor, dostumuz olmaya çalışmıyor.”
ABD için bütün mesele ülkelerin sömürge kıvamında olmasıdır. Ve sömürgeleştirilen ülkelerin temelleri de çok daha eskilere dayanır. ABD- Türkiye arasında imzalana ikili anlaşmalar ile Türkiye’nin askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik olarak Amerika’nın avuçlarına düştüğünü görüyoruz. Bu anlaşmalar ile söz dinleyen ve biat eden bir ülke oldu Türkiye.
Ve bu ilişki biçimini bozacak herhangi bir kişi ABD’nin doğal düşmanıdır. Darbeler, cinayetler, ayaklanmalar, faili meçhuller bu ilişki biçiminin bozulmaması içindir.
Bakın 12 Temmuz 1947 tarihinde ABD ile önemli bir ikili anlaşma imzalanmıştır. Bu ikili anlaşma ile Türkiye’nin askeri anlamda eli ayağı bağlanmıştır.
Kıbrıs’ta Türkler katliama maruz bırakıldığında Türkiye 1964’te adaya çıkarma yapmayı planlamıştı. Ancak ABD müttefiki (!) bizim adaya çıkarma yapamayacağımızı dönemin başbakanı olan İnönü’ye bir mektupla bildirir.
ABD başkanı Johnson kesinlikle çıkarmaya karşı olduğunu ifade eder.
Peki, Kıbrıs’a hakkımız olan ve soydaşlarımızı korumaya yönelik operasyonu neye dayanarak istemedi ABD’liler?
Evet, tahmin ettiğiniz gibi. 12 Temmuz 1947 tarihli anlaşmanın 2. ve 4. maddesine göre “ABD’nin verdiği silahlar, araç ve gereçler ABD’nin istemediği hiçbir yerde kullanılamaz” maddesine göre çıkarma planları askıya alınmıştı.
1947 yılında İnönü’nün cumhurbaşkanı olarak imzaladığı anlaşma 17 yıl sonra 1964 yılında bu sefer başbakan olarak karşısına çıkıyordu.
Tabi bu ikili anlaşmalar aynı zamanda ciddi bir dönüşümün de alt yapısın oluşturuyor. Bu anlaşma imzalandıktan çok kısa bir süre sonra Amerikan subay, astsubay ve erlerin uzman adı altında Türk Silahlı Kuvvetleri karargâhı ve birliklerine dağılarak ordumuza çeşitli eğitimler verdiklerini görüyoruz.
Bu anlaşma ile orduya eğitim vermeye başlayan ABD’lilerin eğitimleri ile askerlerimizin yürüyüşü dahi değişmiştir.
İkinci Dünya Savaşına kadar ordumuz karada Alman, havada İngiliz ve Fransız eğitim ve sistemine göre yapılanmıştı. Denizciliğimiz de İngiliz denizciliği örnek alınarak düzenlenmişti.
Anlaşmanın yapıldığı tarihlerde ise TSK, İngiliz, Fransız, Alman, Çekoslovak ve Türk yapısı silahlar kullanmaktaydı.
1947 anlaşmasından sonra ordumuz yavaş yavaş ABD etkisine küçük direnmeler olmasına rağmen girmiştir. Sonrasında ABD’ye giden askeri öğrencilerimiz NATO konseptine göre eğitim alıp gelmişlerdir.
Artık ordumuz savaş doktrini, eğitim, yürüyüş, araç gereç, üniforma ve yürüyüşüne kadar ABD ordusuna göre dizayn edilmiştir. Ve aldığımız silahlar da şartlı kullanım karşılığında bize veriliyordu. Kıbrıs’ta o şartı gördük.
Şimdi Fetö yapılanmasını bu anlaşmanın ve benzerlerinin sebep olduğu dönüşümden ayrı düşünebilir miyiz? 1960, 70 ve 80 ve 28 Şubat darbelerinde ordunun etkisi dikkate alındığında Amerikan etkisi göz ardı edilebilir mi?
15 Temmuz darbesi akamete uğrayınca Amerikalı subayın “Türkler ordudan Amerika ile işbirliği yapan subayları atıyor” diye feryat eder miydi?
James; “Türk ordusu çok zor, selam çakıp DAEŞ’le savaşmaya gitmiyorlar, aylar süren müzakereler oluyor. Washington Türkleri sevmiyor bu yüzden.”
Hâsılı bugün yaşadıklarımız ince hesapların işidir. Yıllara yayılmış değiştirme ve dönüştürme faaliyetleri neticesinde yaverimize kadar sızılmıştır.
O nedenle prangalarımızdan kurtulmak istiyorsak bizi mankurtlaştıran, köleleştiren ve bağımlı hale getiren her türlü programdan ayrılmalıyız. Yeni ve milli programlarla yolumuzu çizmeliyiz.
Aksi takdirde yarın farklı tarihlerde farklı biçimlerde farklı insanlardan gelecek darbelere açık oluruz.