Bizim mahalle yoksa sizin mahalle mi?
Hatırıma lise yıllarım geldi. Tarihi bize, üzerine basa basa öğretirlerdi okulda. Şu dünyanın ülkeleri, bazen yardımlaşır bazen de savaşırlardı çıkarları için. Cihan harbinin başlamasının sebebi, Avusturya velihatının köprüde vurulmasıyla olmuştu. Ah tarih bugün bile unutturmuyorsun kendini bize.
Bir gün mahallenin birinde, yıllar önce farklı yerlerden göç etmiş, nesilden nesile kalan insanlar o mahalleyi oluşturmuşlardı hep birlikte.
Bu insanlar bir aradaydı çoğu zaman. Sohbetlerinde fındıkkabuğunu doldurmaya çalışırlardı, bazen de Nasrettin Hocanın kavuğunu. Kâh bağırarak, kâh gülerek, kâh eğlenerek konuşurlardı.
Mahallenin ağzına bir laf düşer, öğle bir laf ki taştan ağır, fakat fındıktan küçük olurdu. Konuşmaya büyütmeye meraklı mahalleli başlardı fındıkkabuğunu doldurmaya. Halk ikiye üçe bölünse de hep bir araya toplanırlar, galip geleceklerini, mağlup olmayacaklarını konuşur dururlardı.
Yüreği pır pır eder İstanbul’un bir semtinde yaşayan insanların. O dar sokaklarının açıldığı ana caddede dükkân önlerine, çekerler altlarına iskemleyi konuşurlar yazı, kışı velhasıl dört mevsimi.
Siyasette, futbolda ayrı düşseler de, ertesi gün hep birliktedir bu insanlar. Bir gün bir bardak su için kavgaya düşerler yaka, paça. Ertesi gün ayılana, bayılana bir gölü, hatta denizi bağışlarlar.
Bazen öğle olaylar olur ki; kırk yıllık ahbaplıkları bozulur. Kimi can derine düşer, kimi mal derdine. Kimi yollara düşer anlatmak için. Kimi ev ev dolaşır, sohbetlere katmak için. Kimi dillere düşer utanmayı bilmez. Küçücük aklıyla yalana düşer kendini unutur.
Bir baba yiğit çıkar ortaya, en dokunaklı en içten davranışıyla toplar mahalleliyi basık amma geniş kahveye. Bir jilet gibi keser kötü lafları. Göz kırpmadan harcatmaz, düşürmez insanları birbirlerine. Hocanın mahkemesi gibi, herkes haklıdır kendince bir parça. Tatlıya bağlanır bazen olay. Heyecanlanır insanlar toz bulut, beyaz perdeye dönünce.
Bir küp düşer tepeden inme sokağa. Baba yiğit sorar kimin diye. Kimse sahip çıkmaz içindekini bilmeyince. Hani kötü bir laf atılır ya ortaya. Kimse ben söyledim diye sahip çıkmaz. İşte o hesap.
İçinde altın olduğu söylenince, hepsinin yürekleri eyvah eder, düşerler birbirlerine.
O der küp benim. Bu der küp benim. Çevirip bakarlar ki; içinde toprak var. Laf dolanır ortalıkta.
—Kara bir toprak. Altında nesi.
Aynı toprakta yaşayıp, büyüyen memleketimin insanları, bu kez de düşerler toprağın cinsine. Kumlu, humuslu, killi diye. Oysa hepimize nasip olacak mı, bedenimiz kadar kara toprak kefen giyince. İşte kimi ot büyütür kendisi için yaşamı boyunca, kimi topraktaki hazineyi çıkarır tatlı adil diliyle!!! Nerede öğle baba yiğit?
Bu ince, bu sivri zekâ aslında ülkenin her yerinde var. Siz sanmayın yalnız bu mahallede yaşanıyor. Zanaattan, sanata; milli kültürden dini kültüre; basından yayından, ağızdan ağza dolaşan sokak laflarına, yüce meclisten, kenar mahallelere kadar asırlarca gider bu gelenek. Gücüne kuvvetine inanan galip gelir çoğu zaman ne yazık ki!
“Delinin biri bir taş atmış kuyuya. Kırk akıllı gelip çıkaramamış o taşı.”
Anlayan anladı bu kısadan hisseyi. Anlamayanlar, anlayanlardan öğrensin Nasrettin Hoca misali. Anlamak istemeyen varsın anlamasın. Doldursun fındıkkabuğunu bir dünya dolusu boş lafla.